Arp hikayeleri
1920’li yıllarda New York’ta başlayan Harlem Rönesansı’nın verdiği en etkileyici eserlerden biri olan ‘Lift Every Voice And Sing’ ya da daha çok bilinen adıyla ‘The Harp’ isimli devasa heykel, sanatçı Augusta Savage’ın Afrikalı Amerikalı topluluklara yaptığı bir özgürlük çağrısıydı. ‘The Harp’ gökyüzüne uzanan alçıdan bir arptı, tellerinin yerinde ise on iki Afrikalı Amerikalı şarkıcının ayakta duran figürleri vardı.
Augusta müziğe aşık, idealist bir genç kadındı. Kölelik günlerinde tarlalarda çalıştırılan kölelerin söylediği şarkılardan, yani blues müziğinden çokça etkilenmiş ancak ilginç bir şekilde, özgürlüğün sembolü olarak kendine çoğunlukla beyazların hizmetindeki yüksek kültürle ilişkilendirilen arpı seçmişti.
Augusta’nın devasa arpı, 1939’da sergilendikten bir yıl sonra, sanatçı ona heykeli muhafaza edebilmesi için gereken maddi desteği göremediği için yok edildi. Bu özgürlük çağrısından geriye heykelin küçük, bronz kopyaları kaldı sadece. Ama bu da az şey demek değildi. Bu sayede arp isyankâr bir sanat hareketinin sembolü olarak yeniden tanımlanabildi.
Augusta’nın ‘The Harp’ heykelinden, hatta arpı bir caz enstrümanı gibi kullanan Alice Coltrane’den bile çok uzun yıllar sonra, Kuzey Carolina’da, küçük Mary Lattimore ilk arp dersini aldı. Annesi kimi zaman düğünlerde çalan, kendi halinde bir arp sanatçısıydı ve aklı fikri rock müzikte olan Mary başta bu kocaman, ağır enstrümana şüpheyle yaklaşmıştı.
Ancak sonraları, okulda klasik arp eğitimi alırken ve penceresinden dışarı bakıp yolculuk hayalleri kurarken, kalbinin derinliklerinde bir zamanlar Augusta’nın duyduğu özgürlük çağrısına benzer bir çağrı duydu. O günden sonra da arpı onun sadece enstrümanı değil, aynı zamanda en iyi arkadaşı oldu. Mary ondan tıpkı bu şekilde söz ediyordu, arkadaşı gibi. Bazen de dev bir heykel gibi görüyordu onu.
ARP, ATMOSFERİK SESLER VE SONSUZLUĞA UZANAN LOOPLAR
Mary bir süre rock gruplarının arkasında çaldıktan sonra, onu alıp uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verdi. Arp ideal bir yol arkadaşı sayılmazdı ama Mary onu ikinci el Volvo’sunun arkasına koyup da ülkeyi bir uçtan bir uca kat etmeye koyulduğunda, bunun sandığından çok daha ilham verici olacağını fark etti.
Yıldızlı çöl geceleri, benzin istasyonu kahveleri, yağmurlu gecelerde otoparklarda uyumak, tarlalarda saha kayıtları yapmak… Bu da her iyi hikaye gibi bir yol hikayesiydi. Mary döndüğünde hikayesini arpıyla, atmosferik seslerle, sonsuzluğa uzanan looplarla anlattı. Bunlar başı, ortası ve sonu olan hikayelerden çok, şans eseri tanık olunmuş ve bir şekilde insanın zihninde yer etmiş anların hatırasıydı.
Mary, Los Angeles’a taşındı ve indie rock sahnesinin aranan figürlerinden biri haline geldi. Jarvis Cocker ve Kurt Vile gibi isimlerin arkasında çaldı, bir başka indie yıldızı Meg Baird ile Ghost Forests adında büyülü bir albüm kaydetti. Hırvatistan’ın Hvar adasında yer alan eski bir otelden ilham alarak yazdığı Goodbye, Hotel Arkada albümünde ona Baird’in yanı sıra Rachel Goswell ve Roy Montgomery gibi isimler eşlik etti.
Mary’nin en sevdiğim albümü Silver Ladders 2020 yılında, shoegaze efsanesi Slowdive’dan Neil Halstead’in evinde kaydedilmişti. Bu albümü dinlemek suyun üzerinde süzülmek gibiydi ama bu karanlık bir suydu ve altında sizi her an aşağı çekebilecek denizkızları yüzüyordu. Tema ise daima aynıydı; yollara, yeni olana, değişime, başka bir yerde ya da başka bir dünyada olmaya karşı duyulan dayanılmaz özlem…
Mary Lattimore şimdi yeni bir işbirliği ve yeni bir ev stüdyosu kaydıyla bambaşka bir yolculuğa davet ediyor bizi. Yağmurlu, plansız programsız, tuhaf karşılaşmalarla dolu, yalnız bir yolculuk bu. Ancak müzik yalnız olsa da, Mary yalnız değil. Bu yolculukta ona Weyes Blood’la çalan yetenekli müzisyen Walt McClements eşlik ediyor.
İkili bir turnede tanışıp uzun zaman yol arkadaşı olduktan sonra, yağmurlu bir kış gecesi McClements’in evinde kaydetmişler Rain On The Road albümünü. Cuma gecelerini evde kayıt yaparak geçiren, hayatlarını müziğe adamış insanlara özgü bir sihir bulaştırmışlar her şarkıya. Mary’nin arpı, Walt’ın akordeonu, yağmur sesi ve çan seslerinden oluşan pastoral bir evren inşa etmişler birlikte.
BİR YOLCULUKTAN GERİYE KALAN ŞEYLERİN HİKAYELERİ
Benim için her Mary Lattimore albümü bir hediye, yeni albüm de baştan sona kesintisiz bir rüya müziği ve tercihen mum ışığında, yolculuk hayalleri eşliğinde dinlenmeyi hak ediyor ama insanın bir sabah ormanda bir kulübede uyanıp da dışarıda gezen ayılarla karşılaştığı o sihirli ve ürkütücü an hakkında yazılmış We Waited For The Bears To Leave özellikle çok etkiledi beni.
Bu arada ister istemez Augusta Savage’i düşünmeden edemedim. Eserinin yok edilmesini izledikten sonra elinde kalan tek şeyi, onun o küçük, bronz kopyasını kollarına alıp ağlamıştı belki de. Ya da ağlamamış, güçlü durmaya çalışmıştı ve başka hayallerin peşine düşmüştü bu kez de. Yine de arp hikayeleri, tam da bu yüzden, bir yolculuktan geriye kalan şeylerin hikayeleridir bence. Yolda ve kalplerde bırakılan izlerin, daima ve sonsuza dek hatırlanmak üzere…